Berlin Türk Eğitim Derneği

Berlin Türk Eğitim Derneği

Teilen

Hergün 10-19 açıktır; 17-19 Nachhilfe, Cumar. 11-12 Türkçe, Cumar. Pazar 12-14 Kur'an Kursu verilir. Kütüphanede 8.000 kitap vardır.

Her Cuma 19:30-22:00 Kadınlara ve Erkeklere yönelik okuma yapılır. Salı günleri 10:30 kahva saatidir

Wie gewohnt öffnen

14/02/2025

Seçim öncesi sohbetler

03/01/2025

GASSAL’DAN ALINAN İLHAM; "ÖLENİN VAKTİ BOL OLUR. ZAMAN DİRİYKEN KIYMETLİ."
-İslâm âleminin kandilini nice yeni doğumlara vesile olması dileklerimle kutlarım. Ama ben bugün sizlere doğumdan değil ölümden bahsedeceğim-

RÜŞTÜ KAM

Ölüm, insanlık tarihinin en eski kavramlarından biridir. Her kültür ölüm ve sonrası hakkında farklı görüşler ortaya koymuştur.
Ölüm, dünyadaki tek gerçektir. Hilesi hurdası yoktur. Herkes için geçerlidir. Güzel bir şeydir aslında. Herkesi ölümsüzlüğe ulaştıracak olan tek gerçektir. Üzerinde düşünülmesi gerekir. Düşünen var mıdır? O kadar emin değilim.

“Gassal” adıyla ekrana gelen bir dizi var. Tabii de yayınlanıyor. Tabii, TRT (Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu) ’nin dijital platformu. Filmler ve dizler yayınlıyor o platformda. Kaliteden ödün vermeden yapıyor bunu tabii. Ben genelde bu kanalın tiryakisiyim. Gassal işte bu kanalda yayınlandı. Tabii’de. Birinci bölümünü seyrettim. Diğer bölümlerine bir türlü ulaşamadım. Abone olduğum halde ulaşamadım. Nedendir bilemedim.

Kültürümüzde "Gassalın elindeki meyyit gibi olmak" deyimi vardır. İtaatte zirve noktasını ifade etmek için kullanılan benzetmedir. Meyyit itaat eden, gassal itaat edilen kişinin yerini tutar. Meyyitin gassala itiraz edip kafa tuttuğu, dikbaşlılık yapıp isyan ettiği henüz vuku bulmamıştır. Gassal; ölü yıkayıcı, meyyit; ölü demektir. Gassal, İslam kültüründe vefat eden kişilerin dini usullere uygun şekilde yıkanmasını sağlayan kişilere verilen addır. Gassallar, ölüm ritüellerinin en önemli parçasıdır ve insanı ebedi yolculuğuna hazırlarlar.
Özellikle İslam dininde ölüm dünya hayatından bir ayrılış ve ahiret alemine geçiş olarak kabul edilir. Bu nedenle ölülerin ahirete temiz bir şekilde uğurlanmasına dikkat edilir. Bunun için meyyitler özel bir şekilde yıkanır ve bu ritüel bir vecibe olarak görülür.

Gassal’ın birinci bölümü 40 sene öncesine götürdü beni. Bugüne kadar üzerinde düşünmediğim bir konuyu düşünmeye başladım. Ölümü. Dünyada insanın başına gelecek tek gerçeği düşlenmeme sebep oldu. Bir gün ben de ölecektim. Gassal’ın önüne ben de gelecektim. Geleceğim gelmesine de bugüne kadar şahit olduğum ölümlerden ibret almışlığım olmuş mudur? Cevabım hayır.

Mesela: 40 sene önce benden iki yaş büyük olan abim öldü. Üzüldüm, hem de çok üzüldüm. Karındaşım ölmüş, üzülmez miyim? Gençtim. Abim de gençti. Kısa bir süre sonra onun ölümünü unuttum ben. Ben o ölüm denen şeyle yüzleşmeyecekmişim gibi günlük yaşamımı sürdürmeye devam ettim. Gaflet.

Sonra babam vefat etti. Onun arkasından da gözyaşı döktüm. 15 yaşımdan beri gurbette olmamdan dolayı Babamla fazla vakit geçirememiştim. Yaşayacağı kadar yaşamış 96 yaşına gelmiş, zamanlı bir ölüm dedim. Bir süre sonra onun ölümünün de üzerimde etkisi kalmadı. Ölüm benden uzaktaydı sanki. Kendime ölümü yakıştıramıyordum. Daha yapacak çok işim vardı.

Aradan zaman geçti Annem de değiştirdi dünyasını. 101 yaşına gelmiş, babam da vefat ettiğine göre onun da ölmesi normaldir dedim. Annem için babama kavuşmaktan daha güzel olabilir, dedim. Yine de yolumda yürümeye devam ettim.

Bir süre sonra da Eşim de bu dünyada yaşamaktan sıkılmış olmalı ki; mekân değiştirerek öbür alemi mesken tuttu. Ayrıldı benden. 46 yıl seninle yürüdük bu yollarda, yeter bu kadar yoldaşlık dedi. Ben onun için de el salladım yolculuğa çıkarken. Ancak bu sefer, bugüne kadar olmayan bir şey oldu. İlk defa irkildim. Ev bana dar gelmeye başladı. Yatak odasına uzun süre giremedim. Koltuğun üzerinde kıvrıldım. Yoldaşım ve sırdaşım kayıp gitmiş elimin arasından. İşte o zaman kafama dank etti. Ölüm denen tek gerçek en yakınımdakini aldığına göre, sıra bana da gelecek dedim ve inanın ölümün beni de yakalayacağını ilk defa düşünmeye başladım.

Evet Gassal dizisinin ilk bölümü o zaman çarptı beni. Hem de çok sert. Yaşasam nereye kadar yaşayacağım, para kazansam ne kadar kazanacağım, evlerim, apartmanlarım, arazilerim, yazlıklarım, birbirinden değerli arabalarım olsa ne olacak. Şahit oldum ki ne babam ne Annem ne de Eşim yanlarında bir şey götürmediler. Sadece beyaz bir kefene sardık ve toprağın altına öylece koyduk onları. Gassal dizisi, her şeyi geriye sarmama vesile oldu.

Bu vesileyle siz kıymetli okuyucularıma tavsiyelerde bulunmak istedim. İnanın bana, hayat bir oyundan ibaretmiş. Kazandığım tecrübelerden yola çıkarak, tecrübeli bir kişi olarak söylüyorum bunu. Elinize ne geçtiyse mal mülk cinsinden, sakın onun tutsağı olmayın. Siz onu tutsak edin. Sağlığınız olduğu sürece tekrar kazanabileceğiniz şeylerin önünde eğilmeyin. Yaşlanınca; eliniz ayağınız tutmaz, yediğiniz içtiğiniz şeylerden tat almazsınız, uzun yolculuğa çıkamazsınız, şekeriniz fırlar vb.

Ben ve eşim dünya malı sevdalısı olmadık. Elimize geçen paralarla mümkün olduğunca seyahat ettik.
Bir senelik birikimlerimizi o sene yapacağımız seyahat için kullandık. İyi ki öyle yapmışız. Ne kadar isabetli iş yaptığımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Tecrübe konuşuyor burada. Lütfen kulak verin bana.
Ne yapacaksanız, gençlikte yapın. Daha gencim, biraz yaşlanınca gezer tozarım demeyin, inanın kendinizi kandırırsınız, yapamazsınız. Sonra yarına çıkacağınızın garantisi yok.

Bu dünyaya bir daha gelmeyeceksiniz. Eliniz ayağınız tutarken kazancınız sizlere hizmet etsin. Dünyanın tadını çıkarın. Bankadaki paranın, deniz kenarındaki yazlıklarınızın, apartmanlarınızın, kenara yığdığınız altınlarınızın size hiç faydası olmayacak. Belki o mallarınız sizin falan bey diye anılmanıza sebep olacaktır ama maalesef o beyliğin öbür âlemde sizlere faydası olmayacaktır. Aksine sizleri sıkıntıya sokacak soruşturmanın sebebi olacaktır.

Sevgili dostlar, inanın bana, ben gördüm, gerçekten birkaç metre kefen beziyle veriyorlar meyyiti toprağa. Tecrübeme göre; yaşam, biriktirdiğimiz maddi şeylerden çok daha fazlasıymış. Gezmek, yeni yerler görmek, farklı kültürlerle tanışmak hem zihni hem de ruhu besleyen manevi gıdalarmış. Maddiyat bir noktada geçiciymiş. Deneyimler, anılar ve insanlarla kurduğumuz bağlar kalıcıymış. Dünya gerçekten keşfedilmeye değer bir yer ve her yeni yer, farklı bir bakış açısı kazandırıyormuş insana. Gezdim gördüm ve yazıyorum…

Evet beni kendime getirdikleri için, ölümle yüzleşmeme sebep oldukları için; Gassal dizisinin senaristine, yapımcısına, yönetmenine ve işin hakkını veren oyuncularına teşekkür ediyorum.

Gassal dizisinin jeneriğinde yer alan müzik sözleri ile bitirelim…
İstedim ki sokakta asık suratlı kalmasın
Büyükler büyüdükçe gülmeyi unutmasın
Bir merhaba ile selamladım insanları
Bu karlarında gördüğüm minik karıncayı
Yaşım küçük ama içimdeki kıpırtıyı, biraz neşe katıp büyüklere, size veriyorum
Hayat gülünce çok güzel.

08/11/2024

Berlin Türk Eğitim Derneği olarak bir kültür gezisi daha düzenliyoruz. Bu sefer Berlin’in tarihini yakından öğrenmek için 2. Dünya Savaşı'nda kullanılan sığınakları gezmeye gidiyoruz.

31/10/2024

KONFERANSA DAVET

Hatip: Bahri Nur Polat
Konu: AİLE İÇİ İLETİŞİM
Saat: 19.30
Adres: Türk Eğitim Derneği, Reuterstr. 58 12047 (Neukölln) Berlin
Tel.: 0176 80 50 25 08

24/10/2024

BALKANLAR GEZİSİ (XII) OHRİ
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-

-Osmanlı Devleti, 1364 yılında Çirmen Muharebesi’yle Balkanlar’a giden yolun kapısını açmıştır. Bu kapıdan içeriye girerek 1385 yılında da Ohri’ye gelmiştir.
300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil (Thermopylae) Muharebesi, defalarca filme çekilmiştir, her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak; Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense hiç söz edilmez. Anlayan beri gelsin…-

Rüştü KAM
22.10.2025
Balkanların önemli bir parçası olan Makedonya, 1371 yılından itibaren peyderpey Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş. 1912-1913 Balkan Savaşlarına kadar da Osmanlı coğrafyasının önemli bir parçası olmuş. Altı yüz yıllık süreç içinde Osmanlı Devleti Makedonya topraklarını ihya etmiş. Bunun için o topraklarda çok sayıda cami, mektep, medrese, külliye, tekke, zaviye, han, hamam, kervansaray, bedesten, imaret, çeşme, sebil, köprü inşa etmiş. Vakıflarla da bu eserleri desteklemiş.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden getirdiği Türkleri de iskân etmiş. Rehber Levent Ohri’de iskân edilen Saruhan Türklerinin torunlarındanmış.
Böylece Osmanlı, bir taraftan Türk imar kültürü ile buralarda kalıcı olmaya çalışırken öbür taraftan da iskân politikasıyla Makedonya’ya İslâm medeniyetinin mührünü vurmuş.
Dolayısıyla Makedonya toprakları altı yüzyıl boyunca bilfiil Osmanlı Devleti'nin siyasî ve kültür coğrafyasının can damarını oluşturmuş.

Geldik ve gördük ki; Osmanlı Devleti yıkılmış olsa da Makedonya, Türk kültür coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir. Gururlandık…Göğsümüz kabardı.

Çirmen Savaşı (26 Eylül 1371)

Tarih inanılması zor savaşlarla, zaferlerle ve yenilgilerle doludur elbet. Olamaz denilen çok şey gerçekleşmiştir tarihte. Mesela Çirmen Savaşı. Öyle bir savaş ki; 800 asker ile 70.000 Haçlı ordusunun tarumar edildiği ve üç kralın öldürüldüğü bir savaş. Osmanlı için Balkanlara açılan kapının anahtarı olan Savaş; Çirmen Savaşı.

300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil Muharebesi, defalarca filme alınmış. Her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak, Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense! hiç söz edilmez. Okullarda da birkaç cümle ile geçiştirilir. Detaylı okutulmaz. Bizden başka kendi tarihine düşman olan ve kendi tarihine acımasızca saldıran bir millet daha var mıdır onu bilmiyorum… Yazıktır günahtır…

Osmanlı, Çirmen Savaşı ile açılan kapıdan içeriye girmiş ve o topraklarda 600 yıl hüküm sürmüş. İnişli çıkışlı da olsa bu süre zarfında geriye sayısız eser bırakmış. Makedonya’ya ayak basar basmaz o kültürden geri kalanları az da olsa görebiliyoruz. Her meydana sıra sıra sağlı sollu kahveler dizilmiş. Masalar atılmış dışarıya, insanlar keyifle Türk kahvesi ve çayını yudumluyorlar.
Ohri’de de Osmanlı kültürünün; diliyle, kılık-kıyafetiyle, yemesi-içmesiyle, gelenek-göreneğiyle canlı bir şekilde yaşatıldığını görmekle mutlu olduk. Heveslendik ve hemen oturup biz de çayımızı kahvemizi içelim istedik ama Ohri rehberi Levent önce turumuzu tamamlayalım sonra gelir içersiniz deyince hevesimiz kursağımızda kaldı. O da haklı…Kendisine verilen sürede turunu tamamlaması lazım. Onun işi de bu.

Geldik, gezdik ve gördük ki; Balkanlar ve Makedonya tarihi Osmanlı ’sız Türkiye Cumhuriyeti kültür tarihi de Balkan ’sız ve Makedonya ‘sız düşünülemezmiş, düşünülmemeliymiş. Et ile tırnak gibi…

Ohri

Takıldık rehber Levent’in peşine, Orada meydanda yaşlı bir ağaç var. St. Clement Meydanı’nda. O ağaç telaşlı görünüyor, bizlere bir şeyler söylemek istediği besbelli. El ediyor bize, kollarını kocaman açmış kendisine doğru koşmamızı istiyor. Koştuk ve kucaklaştık, tanıştık. Meğer, 200 yıldan beri orada öylece durup bizim gelmemizi beklermiş. Biraz da öfkeliydi, lisan-ı haliyle bize sorduğu ilk soru, “Neden bu kadar geciktiniz?” oldu. Son 200 yıldan beri başımıza gelenleri bir bir anlattık ona; “Bilmez miyim, biliyorum elbet, siz geldiniz ya bundan sonrası da gelir.” İnşallah...

Eskilerden idam cezalarını burada senin gölgenin altında gerçekleştirirlermiş, doğru mudur? Şeklindeki sorumuza; “yok öyle bir şey, uydurmadır” dedi.
Üsküplü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın, annesi vefat ettiğinde, senin gölgende, "dünyalar yıkılmıştır" diyerek ağlamış, bu doğru mudur?
“Evet o doğrudur” dedi.

Sonrasında başladık Ohri’yi turlamaya. Önce bir tekne turu gerçekleştirdik. Bolca oksijen aldık. Ciğerlerimiz bayram etti. Göl sakin, Ohri’yi seyrediyoruz, rehberimiz karşı tepede görünen evleri işaret ederek, “o gördüğünüz evler Safranbolu evleriyle birebir örtüşmektedir” Yani Türk mimarisinin eserleridir, ancak, “Ohri makamları bu evlerin Makedon mimarisinin örnekleri olduğunu söylüyorlar” diye de ilave etti…
Tekne turu bitince Safranbolu evlerini arkamıza alarak topluca hatıra fotoğrafı çekildik. Sonrasında da Ohri hakkında bilgi aldık kendisinden:

“Ohri’nin nüfusu 1930 yılında 30 bin iken bugün iki bine düşmüştür. Göçe zorlananlar, savaşlarda ölenler/öldürülenler, bilinçli olarak bir plan çerçevesinde yok edilenler öldürülenler… Bir şekilde yok edilmiş işte…!
Makedonya’nın en güzel şehirlerinden biri olan Ohri, bu gördüğünüz gölün kıyısına kurulmuştur. Eşsiz güzellikteki bu göl; şehirle aynı ismi taşımakta ve Ohri Gölü olarak anılmaktadır. Avrupa’nın en eski göllerinden birisi olması ve birçok endemik türe ev sahipliği yapması, Ohri şehrinin ününe ün katmıştır. Ohri gölünde bulunan canlı çeşitliliğinin yarısından fazlası, dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Bunun en büyük sebebi, gölün suyunun oksijen bakımından zengin ve temiz olmasıdır. Ohri, incisiyle de meşhur bir şehirdir. Ancak birçok kişinin düşündüğü gibi inci istiridyenin içinde oluşmuyor. Sadece Ohri gölünde yetişen bir tür balıktan özel yöntemlerle elde ediliyor.”

Bu kısa bilgilendirmeden sonra, eski Ohri bölgesine geçtik. Kilise iken camiye, cami iken de kiliseye çevrilen Ayasofya kilisesine gittik. Kapalı olduğu için, içini göremedik. Camiye çevrildiği zaman içerideki ikonlara hiç dokunulmamış, ikonları, tahrip etmeyecek bir teknik kullanılarak aynen muhafaza edilmişler. Osmanlı farkı…

Dönüş yolunda Ohri’nin en eski kâğıt imalathanesine uğradık, kâğıt yapım tekniğiyle ilgili bilgiler aldık oradaki çalışanlardan. Günümüzde aynı teknik ile üretim yapan iki imalathaneden biriymiş.
Sonrasında hediyelik inciler almak üzere bir dükkâna götürdü rehber Levent ve oradan sonra da serbest zaman verdi. İki saat sonra belirlenen yerde bulaşacaktık. Herkes bir yerlere dağıldı. Ben hediyelik incilerimi aldım. Sonrasında, Ohri’nin girişindeki kahveye gittim. Bir çift var, yan masada. Bir de çocukları. Tanıştım onlarla. Denizli’nin gölcük mahallesindenmiş. Komşu köyden. Üzerlerine geldiğim için ve hemşerim oldukları için çay parasını onlar ödedi. Türk misafirperverliğinin canlı örneği…

Verilen süre dolunca otobüsün yanında toplandık. Bu arada yağmur da bastırdı. İki kişi yok. Züleyha ve Dilek. O yağmurda aramaya çıktı arkadaşlar onları. Bulamadılar. Bu arada bir saat geçti. Telefonla da ulaşamayınca otele doğru hareket ettik. Onlar kaldı Ohri’de. Otelin adresi vardı nasıl olsa, bir şekilde gelirler dedik. Düşündüğümüz gibi bir zaman sonra taksi ile geldiler. Alışveriş için girdikleri dükkânda işleri uzamış. Onun için geç kalmışlar.
Otele yerleşir yerleşmez aşağıda toplandık. Sıra gecesine gideceğiz, Balkan türküleri dinleyeceğiz ve yemek yiyeceğiz. Geç kaldık.
Salona zamanında gelemeyince bize ayrılan yerleri başka bir gruba vermişler. Uzunca bir cebelleşmeden sonra bizim için yer açtılar, yeni masa ve sandalye getirdiler. Sıkışık bir vaziyette yerlerimize oturduk. Salon çok kalabalık.

Çalanlar çaldı, oynayanlar oynadı, alkışlayanlar alkışladı, dinleyenler de dinledi. Güzel bir gece geçirmek istedik ama olmadı, aksilikler peşimizi bırakmadı. İzleyicilerin çoğunluğu Türk. Türkiye’den gelmişler belli. Biz oraya Balkan Türküleri dinlemeye gittik. Oradaki Türkler başladılar Türkiye türküleri istemeye. Arada bir de cumhuriyet marşı okuyorlar. Biraz saygı lazımdır. Salonda sadece siz yoksunuz. Birçok grup var. Biz ve bizim gibi olan gruplar oraya Balkan Türküleri dinlemek için Balkan oyunları oynamak ve oynayanları seyretmek için gelmişiz. Sen okuyacaksan cumhuriyet marşını ve Türkçe türkülerini git otobüsünde oku… Tadımız kaçtı. Sabah da erkenden kalkacağız ve Manastıra doğru yola çıkacağız. Terkettik salonu ve Otobüste homurdana homurdana otele vardık…

Toplu gezilerde uyum çok önemlidir. Grup kararı esastır. Gruptan ayrılarak bir kenara çekilmek şık durmaz. Durmuyor da zaten. Tabi ki grup yöneticisi olmak da ayrı bir sorumluluktur, sorumluluk gerektiren bir iştir grup yöneticiliği. Kimsenin kalbini kırmamak lazımdır. Geziyi de planlandığı gibi bitirmek önemlidir. Kimisi A der kimisi B. Sabır gerekir. Sabır taşı olsan da çatlayacağın zaman gelir, gelir gelmesine de sabır işte o zaman gerekir. Yoksa sabretmenin bir anlamı kalmaz.

Kiril Alfabesi

Ohri, tarihi süreç içinde Slavların hükmü altına da girmiş. Hatta şehri dini bir merkez haline getirmişler.
Başta Rusya olmak üzere birçok Slav toplumunun kullandığı Kiril Alfabesi, Ohri şehrinde ortaya çıkmış. Antik Yunan alfabesinden esinlenerek hazırlanan bu alfabe; Ohri’de yaşayan Kiril ve Metodiy ismindeki iki papaz tarafından gizli görüşmelerde kullanılmak üzere icat edilmiş. Rehberimiz levent anlattı bunları. Heykelleri de oraya dikilmiş idi.

Kahve Kültürü̈

Balkanlarda kahve kültürü oldukça yaygın. Tıpkı bizdeki gibi. Kahve Yavuz Sultan Selim döneminde (1512- 1520) Mısır’ın fethinden sonra Müslüman tüccarlar tarafından İstanbul’a getirilmiş. Ancak, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520 -1566) gündelik hayata taşınabilmiş.
Kahve, “Türk Kahvesi” adı altında Balkanlar’a ve bütün Avrupa’ya Osmanlılar vasıtasıyla yayılmış̧. O günden bugüne Balkanlarda halkın vazgeçemediği bir içecek haline gelmiş. Türk usulü pişiriliyor ve servise ediliyor. Lokumu ve suyu yanında. Bol köpüklü. Telveli.

Resneli Niyazi

"Geyik Muhabbeti" ve "Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi" Deyişleri meğer hakikatmiş, hayal ürünü değilmiş. Resne,Ohri ile Manastır arasında yer alan bir kasabanın adı. Niyazi de o kasabada doğan, büyüyen (1873- 1913) bir çocuk. Manastır Askeri İdadisinde okumuş ve teğmen rütbesini almış, Osmanlı-Yunan Savaşı (1897)’nda gösterdiği başarıdan dolayı da Üsteğmenliğe terfi ettirilmiş. Asıl adı Ahmet Niyazi. Sonradan ittihatçılardan olmuş. II. Abdülhamit’i tahttan indirmek için emrindeki 200 asker ile dağlara çıkmış. Bugünkü adıyla Terörist Niyazi (3 Temmuz 1908). Besle kargayı oysun gözünü…
Acıkmışlar, avlanmak için dağda dolaşırlarken, bir geyiğe rastlamışlar, tam tetiği çekecekken geyiğin gözlerini fark etmiş ve gözlerinden etkilenmiş, çok güzel gözleri varmış ve tetiği çekmekten vazgeçmiş. Geyiği evcilleştirmeye karar vermiş. Geyiğin tanrı tarafından kendisine yol gösterici olarak gönderildiğine inanmış. Ondan sonra yanından hiç ayırmamış. O nereye geyik de oraya. Af çıkıp İstanbul’a gelirken bile yanında geyiği ile gelmiş.
İstanbul basını Resneli Niyazi’yi değil de geyiğini haber yapmış, böylece geyik meşhur olmuş, büyük bir üne kavuşmuş. Hatta, Gülhane Parkı'nda halka teşhir edilmiş. Veliaht Abdülmecit dahi çocuklarıyla geyiği görmeye gelmiş. Günlerce, haftalarca, aylarca, senelerce terörist Niyazi’nin geyiği konuşulmuş. Geyik muhabbeti almış başını gitmiş. ''Geyik Muhabbeti'' lafı da işte buradan çıkmış. Bitmek tükenmek bilmeyen, uzadıkça uzayan matrak ve boş konuşmalar için 'Geyik Muhabbeti' deyimi kullanılır olmuş.

İttihatçılar tarafından Abdülhamit’i tahttan indirmek için kullanılan Resneli Niyazi; son kullanma tarihi bitince, İstanbul’da işinin kalmadığını bir şekilde ona anlatmışlar.
O da anlayacağını anlamış ve memleketine dönmüş. Nedense bir zaman sonra İstanbul’a dönmek istemiş, belki de ‘beni böyle kirli mendil gibi buruşturup çöpe atamazsınız’ demek içindir, burası bilinmiyor… 17 Nisan 1913’te İtalya üzerinden İstanbul’a ulaşmak için Arnavutluk’un Avlonya iskelesinde vapur beklerken, kendisine ittihatçılar tarafından tahsis edilen koruması tarafından, arkadan hançerlenerek öldürülmüş. İhanetin sonu… Öldürülme nedeni karanlıkta kaldığı için, şöyle bir deyimin de kaynak kişisi olmuş; ” Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.”

Günümüzde bu ifade 'talihsizlik yaşayan, emeği boşa giden, yaptığı işin karşılığını alamayan, anlamsızca işler yapıp sonuçta zarar gören' kişiler için de kullanılmaya devam etmektedir.

Niyazi pisi pisine gitmiştir gitmesine de arkasında iki deyimi de miras olarak bırakmıştır: “Geyik muhabbeti.”
“Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.”
Devam edecek

21/10/2024

üreselleşme, kapitalizm ve modernleşme üçlemesiyle birlikte sekülerleşme ya da profanlaşma adı verilen gerçekçi ve yıkıcı bir tehdit, dindar bir insanın hayatında ve düşünce dünyasında ciddi sarsıntılara yol açmıştır. İnsanlık, bir anlamda “profan ile kutsal, seküler olan ile ilahi (aşkın) olan”, kısacası modernite ile din arasında önemli bir sorunla karşı karşıya kalmıştır. Kanaatimce, profan ile kutsal arasındaki mesafe giderek açılmak yerine, tam tersine birbirine yaklaşan, bazen yan yana duran ve hatta birbirine uyum sağlamaya çalışan sorunlu bir süreç yaşanmaktadır. Yani bir dindar, seküler olanla uzlaşabilirken, bir laik/profan da kutsal olanla uzlaşabilir.Bir dindarın Protestanlaşması, dini hayatın dışında tamamen seküler bir yaşam inşa edip, hem sekülerliği hem de dindarlığı aynı ömür süresinde bir arada yaşama çelişkisini taşıyabilir. Benzer şekilde, seküler bir insan da, seküler bir düşünce ve tasavvura sahip olmasına rağmen dünyaya dini bir bakış açısıyla yaklaşabilir. Modern ve seküler bir birey, Baudrillard’ın “simgesel değiş-tokuş” adını verdiği kurban ve armağan etme eylemini gerçekleştirebilir. Ayrıca, Batallie’nin “potlaç” olarak adlandırdığı ve “lanetli pay” kavramıyla ifade ettiği, Tanrı’dan alınan gücün fazlasıyla ona geri sunulması, bir armağan olarak verilmesi mümkündür. Servet sahibinin zenginliğini armağan olarak sunduğunu düşünmesi de bu duruma örnek teşkil eder.
Dünyada üç büyük küreselleşme hareketi (İskender’in Doğu Seferi, Coğrafî Keşifler ve Reformist Hareketler, Endüstriyel Küreselleşme Dalgası) yaşanmıştır. Ülkemizde de küreselleşmeye benzer sosyolojik durumlar ve gelişmeler yaşanmıştır. Lokal manada merkeze doğru yaklaşma hareketi denilen çevrenin merkeze yürüyüş hareketi gerçekleşmiştir. Çevrenin merkeze yaklaşma yürüyüşü de üç dalga halinde ele alınabilir. Öncelikle 1960’larla beraber MNP’nin “çevrenin siyasal bir hareketi” olarak siyasette boy göstermesi ve bununla beraber kendine has bir taban oluşturması ve edinmesi, kendiyle beraber tabanın duygularını, düşüncelerini ve varlığını gösterme gayretine girmesi söz konusudur. İkinci hareket ise içinde kültürel, sosyolojik ve ekonomik unsurlar ile yapılandırma bulunduran cemaatleşme hareketleridir. Bu söz konusu hareket; ülke insanların dindarlaşması, ahlakî ve bireysel yetenekler kazanması gibi olumlu yönleri içinde bulundurduğu gibi bir takım sorunları da meydana getirmiştir. Üçüncü hareket ise bu iki hareketin bir anlamda neticesi olan 1990’larla beraber; içinde daha çok statü, kariyer, bol kazanç, konforlu yaşam tasarımları bulunan modernleşme ya da kentleşme hareketidir. Bu üç dönemde ve harekette dindar insanlar, bir takım avantajlar elde ederken yine birçok sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardır. Bu süreçte dindar insanların övünç duyulan, utanılan, sevindirici, üzüntü verici, öfkelendirici, rahatlatıcı, zenginleştirici yoksu/n/llaştırıcı, ikircikli durumlara düşmelerine yol açmıştır.
1960’larda başlayan sonrasında devam eden siyasî hareketin kendini toplumu ıslah edici, refaha kavuşturucu, erdemli devlet ve erdemli toplumu meydana getiren yegâne gerçekliğin mimarı olarak gör/ül/mesi; yanlış bir paradigmaya sarılmayı ve bunu doğru kabul etme sanrısını ortaya çıkarmıştır. Siyasetin karakteri itibarı ile dindâr insan tipinin bilgiden çok eyleme, amelden çok söyleme sahip, güvenirliğini ve ciddiliğini söylemleriyle gerçekleştirmeye çalışan bir tip olmasını sağlamıştır. Söylemleriyle farklı, görünürlüğüyle ve edimleriyle diğer siyasî tiplerle aynı ucube bir tip meydana gelmiştir.
İkinci merkeze yürüme hareketi olan cemaatleşme olgusu; göçün meydana getirdiği ve tetiklediği bir realitedir. Köyden kente yapılan en hızlı ve en fazla göç 1970’lerde yapılan göçtür. Bu göç ile kente gelen yapı; seküler değerlerden daha çok dinî ve geleneksel değerlere sahip, bireysel yaşamdan ziyade cemaat ya da grup halinde yaşamaya yatkın, isyankârlık yerine itaatkârlığa sahip fert ve karakterlerinden oluşmaktadır. Tanzimat’tan beri farklı gruplara, siyasal yapılara ve düşüncelere hezeyan halinde kapılmış ülke insanları; toplumsal gruplar ve kişilikler içinde kendine en uygun sağlıklı, güvenilir ve dindârlığını rahatça yaşayabileceği yapılanmalara sahip cemaatleri tercih etmişlerdir. Bu süreçte cemaat insan tipinde bazı olumsuz tutum ve davranışlar oluşmuştur. Yine cemaatler, ekonomik ve kapitalist süreç içerisinde kendilerini var etme ve daim ettirme zorunluluğunu yaşamışlardır.
Gerek siyasal hareketin kendisi gerekse cemaatleşme olgusu sonuç olarak kentleşme olgusunun bütün sorunları ile dindâr insanların karmaşık sorunlarla karşılaşmasına yol açmıştır. Siyasal hareketin ve cemaatlerin büyümesi mütedeyyin insanların bol para, statü, kariyer, iyi giyim, konforlu mekânlar, lüks arabalarla iç içe bir yaşam tarzıyla karşılaşmasına yardımcı olmuştur. Karşılaşacağı sorunların büyüklüğünü fark edemeyen ve bu sorunların üstesinden gelebilecek entelektüel birikim ve düşünmeden yoksun olan Müslüman tip, bazı durumlarda aciz bir Müslüman duruşu sergilemiştir. 1990’lardan sonra modernleşme/kentleşme süreci oldukça hızlanmış olup; gerek selefi tavır ve tutum gösterenler gerekse selefi tutum karşısında olan modernist düşüncenin yanlıları büyük savrulmalar yaşamışlardır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen siyasal hareket ve cemaatleşme olgusu, var olan bir paradigmayı/ dogmatik tutumu değiştiriyordu. Bu olgu bir anlamda birilerinin kafasında var olan kalıpları kırıyor, ezberlerini bozuyordu. Çevrenin merkeze yürüyüşünde önemli bir konuma sahip olan cemaatleşme olgusudur. Siyasal hareket/RP; dindâr bir milletvekili, bakan ve başbakan yetiştirirken cemaatler de dindâr doktor, mühendis, avukat, öğretmen ve yüksek düzeyde bürokrat ve iş insanları yetişmesine katkıda bulunmuşlardır. Birilerinin siyasal hareketlere ve cemaatlere tepki göstermesinin en büyük nedeni ise “dindâr doktor, başbakan, profesör olamaz” paradigmasının çökmesinin hazımsızlığı ve rahatsızlığıdır. Bu anlamda cemaatlerin dindâr insan yetiştirmesi oldukça anlamlı ve övgüye değerdir. Belli bir ahlak inanç ve manevîyat gibi değerlere sahip çıkan karakterli insanların olması ülke içinde oldukça önemlidir. Ama kapitalistleşme, modernleşme sürecinin ülke Müslümanlarını kuşatmakta olduğunun bilincinde olunmalı. Ali Bulaç’ın dediği gibi bu süreç “din dışı” iken modernizmin dine sahip çıkmasıdır. Bu politika da faizsiz kuruluşlarla banka sistemine, “Hakiki Şeriat Donları Ve Mayolarla” (Haşedon/Haşema) plaja götürür. Gayet masumane görünen “Faizsiz Banka, Günahsız Zina, Alkolsüz Bira” çelişkisine itebilir.
Din dışı modernizmin dine sahip çıkması, ülke Müslümanlarında Protestanlaşma sürecini görünür kılmıştır. Nitekim literatürümüze İslamcı Kalvinistler kavramı bile girmiştir. Baudrillard’ın “Bana ne tükettiğini ya da kullandığını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” söylemi bir anlamda insanların tükettikleri ve kullandıkları nesnelerle kendi varlıklarını, şahsiyetlerini ve kimliklerini ortaya koyduğunu iddia eder. Kullandığı ve tükettiği nesnelerle kendini ortaya koyma göstergesi, dindar camiada da görülen sorunlu göstergelerdendir. Lüks Range Rover bir jipe binen, bulutlu havada güneş gözlüğü takan Müslüman kadın imgesi; havuzlu, son moda evlerde yaşama hayâliyle yanıp tutuşan ve bu özlemle yaşayan ve kendisine yeryüzü cenneti inşa etmeye çalışan nişanlı ya da yeni evli çiftler, önce “davaya hizmet etmem lazım, ben de olmalıyım” deyip başörtüsünden feragat edip/vazgeçip kendini kamusal alana ve hayata atan daha sonra anasır-e erba’yı (iş, eş, ev, araba) tamamlamaya çalışan ve sıradan muhabbetlerin baş müdavimi olan iştahlı dişil yürekler, babasının “hayır tezgâhı” olarak gördüğü ve elinden geldiğince hayır yapmaya çalışan babanın miras bıraktığı şirket, holding ve sermayeyi parayı yönetme iktisat bilgisi ile donatılmış hayra harcanan parayı kontrol edilemeyen, israf harcamaları olarak gören parlak yüzlü kolej mezunu evlatlar, i-podlu, makyajlı yüzlerle caddelerde varlık bulan Müslüman kadın imgesinin temsilcisi olduğuna inanan bedenler, gelinen dramatik noktayı gösterir. Kısaca marazi, patolojik ve histerik kimlik tipleri dini anlamada, yorumlamada ve yaşamada tehlike çanlarının çaldığını gösteren işaretlerden bazılarıdır.
İslamcı Kalvinistler, Protestan Müslüman gibi kavramlar ve yakıştırmalar hakiki bir Müslüman’ı derinden sarsması gerekir. Bu etiketlendirmeye karşı ciddi epistemolojik ve ontolojik bir meydan okumayı gerçekleştirmesi gerekir. Dini gerek teorik olarak anlamada ve yorumlamada gerekse pratik olarak yaşamada ciddi sorunlarımız var. Bunun en büyük nedeni; Üstad Cemil Meriç’in çığlığında kendisini bulan “Sağ okumuyor!” gerçeğidir. Uzun bir tarihselliğe ve süreç zorunluluğuna sahip olan, tüm insanlığın yaşam tarzını, dünyasını, düşünce ve siyasetini belirleyen, küresel tartışmaları meydana getiren bir koca bir gerçeklik ve üzerine milyonlarca sayfa kitap, dergi, gazete ve makale olan büyük bir dinin temsilcileri oldukları halde. Hele ki internet gerçekliği de hesaba katılırsa sanal ortamda herkesin bir şey söylediği İslam üzerine bir bilgi yığını ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu malumat yığını içerisinde Furkan’ın (hakla Batılı ayıran) mantığına yakın durulmalı ve bunun için de çok okuma yeteneğine ve mümeyyiz bir akla sahip olunmalı. Ülke Müslümanları, entelektüel donanımı en yüksek insan topluluğu olmak zorundalar. Kısaca işleri kolay değil ya da Müslüman olmak kolay değil?

Kaynaklar
Ali Bulaç, Din ve Modernizm, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 278.
Çaha, Ömer, Globalleşme, İslam Dünyası ve Müslümanlar, Ed. İsmail Kurt ve S. A. Tüz, Küreselleşme, İslam Dünyası ve Türkiye, İstanbul: İsav Yayınları, 2002.

18/10/2024

BALKANLAR GEZİSİ (XII) MAKEDONYA
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-

-Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…
Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”-

Üsküp

Murat Hüdavendigâr ile vedalaştık ve hemen yola çıktık. Abdurrahman Akgül vakitlice Üsküp’e varmak için acele ediyor. “Ben bu geziye Üsküp ve Bosna için katıldım” diyor. Mamuşa’ya gidişimiz vakit açısından onu ve bazı arkadaşları rahatsız etti. Mamuşa’yı görünce de fikirlerini değiştirdiler. “İyi ki buraya gelmişiz“dediler.

Abdurrahman’a gezinin fotoğraflanması için görev vermiştim. O da Schönefeld havaalanından beri görevini yaptı. Kendisiyle 1985 ten beri tanışırız. Aynı zamanda hemşerimdir. Geziye eşi Ayşe Hanım’la katıldı. Endişe etmemesi gerektiği, zamanında Üsküp’te olunacağı kendisine söylendi. Söylendi söylenmesine de o ne kadar ikna oldu onu bilemem.
Üsküp’teyiz. Üsküp’ü tanımak için yeteri kadar zamanımız var. Ancak hesapta yağmur yoktu. Üsküp rehberinden önce yağmur karşıladı bizi. Şemsiyesi olanlar, mümkün olduğu ölçüde şemsiyesi olmayanları koruma altına aldılar. Benim gibi rahmetten kaçmayanlar da vardı. Üsküp’ün seması madem özlemiş bizi bırakalım da hasret gidersin. Doya doya akıtsın gözyaşlarını. Eeee, kolay mı, aradan 700 sene geçmiş. Zordur yol gözlemek. Hele bir de yolu gözlenen Türk ise...
Rehberimiz önden biz arkadan hızlı adımlarla köprünün üstüne kadar vardık. Toplandık rehberin etrafında. O anlattı biz dinledik. Nazik ve saygılı bir genç. Retoriği ve bilgisi oldukça güzel. Bilgilendik. Sorular soruldu, cevapları alındı. Ah bir de semanın göz yaşları olmasaydı…

Her tarafa heykel dikilmiş

Köprünün üzerinden bakınca etrafımızda sadece heykelleri görüyoruz. Rehber eliyle de işaret ediyor. Anlatılanlardan anladığımız kadarıyla devlet; Üsküp’ün yüzünü geçmişe döndürerek halka mesaj vermek istiyormuş. “Sen Müslüman değildin pagan idin, geçmişini unutma!” Mesajı… Bunun için dikilmiş o heykeller. Hem de bir gecede. Amaç, Üsküp’ü kendine getirmekmiş. Müslüman kimliğinin dışında farklı bir kimliğinin olduğunu hatırlatmakmış. Osmanlı ruhunu Üsküp’ten söküp atmakmış.
Parayı Avrupa Birliği vermiş. Halk sabah kalktığında başka bir ülkeye uyanmış, heykeller ülkesine.
Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…
Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”
Ayrıca Makedonya Kuzey Makedonya olarak anılmaya başlanınca yeni bir şehir planı uygulamaya konulmuş. Vardar Nehri üzerine köprüler inşa edilmiş, Meydana Arkeoloji Müzesi gibi yapılar yapılmış.
Bu hummalı çalışmanın en güzel tarafı şehrin ışıklandırılması olmuş. Hava kararınca şehre sihirli bir el değiyor ve şehir birdenbire başka bir yer oluveriyor.

Tanıtım sonrasında meydandaki heykellerin arasından geçerek Osmanlı çarşısına vardık. Müslüman Arnavut ve Ortodoks Sırpların bir arada yaşadığı ve esnaflık yaptığı çarşıya. Şehrin Sultanahmet’i veya Eminönü’sü niteliğindeki tarihi çarşıya.
Birdenbire yüzler gülmeye başladı. Dükkanlar tanıdık geldi. Minareler de. Türkiye'nin bir prototipi. Kendi yetiştirdikleri meyveleri ve sebzeleri satan manavlar, dükkanlar, Türk ve Balkan lokantaları, Osmanlı’dan kalma hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler ve türbelerin olduğu bir çarşı burası.
Etrafı seyrederken içimiz huzurla doluyor. Çarşı esnafıyla Türkçe konuşabiliyor ve alışveriş yapabiliyorsunuz. Türkiye’deymişsiniz gibi. İletişim sıkıntısı çekmiyorsunuz. Halk arasında bir söz varmış; “Üsküp’te su bile Türkçe akar” derlermiş.

Balkanlar’da aradığımız ve birer ikişer bulabildiğimiz Osmanlı eserlerinin çoğunlukla ayakta olduğu ülke Makedonya imiş. Özellikle de Üsküp.
Üsküp'te Osmanlı mimarisi korunuyormuş. Mustafa Paşa Camii, Kapan Han, İsa Bey Camii, Kurşunlu Han ve Davut Paşa Hamamı, Yiğit Paşa Kültür Merkezi ve Medar camii bu eserlerden bazılarıymış.
Hemen çarşının girişinde solda kadim dostum Ali var. Köfteci Ali. Türkiye’ye her gidişimde Ali’nin köftesini ve yanında acı biberiyle birlikte kuru fasulyesini yemeden geçip gitmem, bu sefer de öyle yaptım. Yanımda Recai ve Ekrem de vardı.

Üsküp rehberimizin anlattığına göre, belediye şehrin elden geçirilmesi için karar almış. Müteahhit firmaya vermiş. Firma, Osmanlıdan kalma Arnavut kaldırımlarını “eskimişler” bahanesiyle söküp, onların yerine yeni taşlar döşemenin daha iyi olacağını söylemiş ve yetkilileri ikna etmiş.

Ancak kazın ayağının öyle olmadığı sonradan anlaşılmış. Müteahhit firma o taşları tarihi eser diye yüksek fiyatlara satarmış. Yetkililer bu durumu öğrenir öğrenmez müdahale etmişler ama meydanın büyük bölümünün taşları sökülmüş. Söküme meydanın aşağısından başlamışlar. Medar Camii’ne kadar gelmişler. Düşmanlık mı desem yoksa hırs mı desem? Ne dersem diyeyim olan olmuş. Belki milyonlarca para kazanmış firma oradan. Çarşıda yürürken aradaki uyumsuzluğu ve çirkinliği hemen fark ediyorsunuz baten…

Ezan okunuyor

Birdenbire ezan sesleri geldi kulağımıza. Müezzinin biri bitiriyor öbürü başlıyor. Bazen de sesler birbirine karışıyor. Ayrı ayrı zamanlarda başlayıp birkaç saniye sonra birbirine karışarak o kadar güzel bir harmoni oluşturuyorlar ki; duygu seline kapılıyoruz, dizlerimizin bağı çözülüyor. Sonuna kadar dinliyoruz ezanı. Allah-ü Ekber…Leilâhe illallah. (Allah büyüktür ve tektir, O’ndan başka ilah da yoktur) Aman Allah’ım ne kadar gurur verici bir an… Tabii özlem de var.
Almanya’dan geliyoruz. Çan seslerine aşina olduğumuz bir ülkeden. Bazılarımız için en az bir senedir duymadığımız ses, o ses, ezan sesi. Kayıt altına alarak o anı ölümsüzleştirmeyi bile unutmuşum heyecanımdan.
Sonrasında yemek için önceden rezervasyon yapılmış olan restorana geçtik. Köfte ve kuru fasulye yiyeceğiz. Köfteci Ramiz’in dükkanının hemen karşısında. “Balkan Ninnisi” filmindeki Ramiz’den bahsediyorum.

Üsküp’ün Tarihi

Üsküp’ün tarihi MÖ IV. yüzyıllara kadar uzanırmış, eski adı Scupi imiş. Arapçada "suların akması ve kaynaması"anlamına gelirmiş. Üsküp, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski bir şehir. Bizans HükümdarıI.Justinyonos Üsküp doğumluymuş. Çok sayıda eser bırakmış Üsküp’e. 1154 tarihinden itibaren Sırp hâkimiyetine girmiş.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya’nın Komünist eyaletlerinden biri haline gelmiş. Çok geçmeden de (1991) bağımsızlığını ilan etmiş.
2000 yıllık Hristiyanlığın anısına Vodno Dağı’nın tepesine bir haç dikilmiş, Milenyum Haçıymış. 66 metre yüksekliğinde olan bu haç, dünyanın en büyük haçı ünvanını elinde bulundurmaktaymış (2024). Mostar’ da. Hum tepesinde de görmüştük benze bir haç. Kiliselerdeki ve benzer yerlerdeki Haç anlamlıdır elbet, onlara sözümüz olmaz. Ama dağların tepelerine dikilen haçlar kışkırtıcıdır. Müslümanlar da aynı şekilde dağlara sembollerini (Hilal) dikmeye kalkarlarsa ne olacağını düşünmek lazım değil midir? Bir de demokrasi dediğimiz bir şey var…

Taşköprü

Üsküp’ün sembolü olan Taşköprü, şehrin tam ortasından geçen Vardar Nehri’nin iki yakasını birleştiriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilmiş.
Köprüye, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü diyenler olduğu gibi Vardar Köprüsü, veya Taşköprü diyenler de varmış. 12 kemerli ve 6 metre genişliğinde bir köprü. Köprü eskiden Üsküp’te bir yakadan öbür yakaya geçmek için kullanılırmış. 1971 yılında başka köprünün inşa edilmesiyle Taşköprü sadece yayalar tarafından kullanılabilir duruma gelmiş
Üsküp’e biraz geç geldiğimizden ve hava da yağmurlu olduğundan fotoğraf çekememiştik. Otele yerleştikten sonra Züleyha Hanım ile fotoğraf çekmek için geriye döndük. Meydan ışıklandırılmıştı ve yağmur da dinmiş idi.

Üsküp için şu cümleyi kurmam yerinde olacaktır; değil Üsküp’ün, Makedonya’nın bütün şehirlerini heykellerle donatsanız da o camiler ayakta kaldığı sürece Osmanlı ruhunu oralardan söküp atamayacaksınız!

Matka Kanyonu

Sabah 08 de otobüs hareket etti. Hedefimizde Selanik var. Geceyi Ohri de geçireceğiz. Ohri’de sıra gecesinde eğleneceğiz ve yemek yiyeceğiz. Bol bol Makedon şarkıları dinleyeceğiz. Ama önce Matka Kanyonu. Üsküp'e sadece 15 kilometre mesafede. Otobüsten indikten sonra yokuş yukarı yürüdük. Bazı arkadaşlar aşağıda kalmayı tercih etti. Neden böyle yaparlar bilmem. Grup gelinceye kadar, orada otobüsün yanında pineklemek nasıl bir duygudur, anlayan varsa beri gelsin.
O yemyeşil ağaçların içinde yürüyerek, ciğerlerimizi oksijenle doldurmak var iken… Baraj gölünde tekne turu da yaptık. Sağımızda solumuzda dağ. Tekne ile dağın eteğinde yol alıyoruz. Uzun süre yukarıya bakmak boyun ağrısına sebep oluyor. Dağın ulaştığı yere bizim uzun süre bakışlarımızla ulaşmamız mümkün değil. Kaptanın seçtiği türküler de Türkçe olunca…İşte budur diyoruz…

XIII.yüzyıldan kalma bir de kilise bulunuyor kanyonda. Hemen barajın başında dinlenme tesisleri de var. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapma yerine orada oturup bir şeyler içmeyi tercih ettiler.

Kalkandelen

Şar dağlarının eteğine kurulmuş bir şehir Kalkandelen. Pena Nehri ile ikiye bölünmüş. Üsküp’e 50 kilometre mesafede. Küçük bir şehir. Sokakları Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş. Kalkandelen, XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Tetova ismiyle de anılırmış. Sahip olduğu eserler ile günümüzde bir Osmanlı şehri olarak varlığını sürdürmekte. Tarihin ve doğal güzelliklerin sarıp sarmaladığı şehir Kalkandelen. Kalkandelen’de bir cami varmış, Alaca camii, o camiyi ziyaret etmek için girdik şehre. Ben böylesine süslü bir camiyi ilk defa görüyorum. İki kız kardeşin desteği ile yapılmış; Osmanlı döneminde inşa edilen, Pena Nehri manzarasının enfes güzelliklerine pencere aralayan Alaca Camiinin dış cephesi, geometrik desenlerle kaplı. Harika bir görünümü var. İbadet yapmamız için davetiye çıkarıyor gibi.

Rivayet edildiğine göre, boya yapımında 30.000 yumurta kullanılmış. Küçücük ama hoş bir de bahçesi var. İçi de başka bir güzellikte. İşte burası Müslümanların ibadet ettiği yerdir denildiğinde evet denilmesi, göğsümüzün kabarmasına vesile olacak güzellikte. Caminin yapılmasına sebep olan iki kardeşin kadın olması etkili olmuş olmalı, bu tezyinatın yapılmasında. İbadethaneler sade olmalı şeklinde bir anlayış var Müslümanlar arasında. Doğru bir anlayış değil bu. Selçuklu ve Osmanlı camileri de aynı şekilde tezyin edilmişler. Dış cepheleri Alaca Camii kadar olmasa da göze hoş gelen bir estetiğe sahipler. Divriği Ulu Camii; dünyada benzeri olmayan bir taş işçiliğine sahip. Hiçbir figürü tekrar edilmemiş. Ne yani, Müslümanlar estetikten uzak insanlar mı? Kim bu anlayışı Müslümanlara enjekte ettiyse, estetik düşmanı birisi olmalı…

Allah bu dünyayı özene bezene yaratmış, ne kadar güzel yaratmış. Her bir yaratılanın ayrı bir özelliği ve güzelliği var, cazibesi var. Rengarenk çiçekler, kuşlar, böcekler. Hepsinin rengi ve kokusu farklı. Kuşlar alemi ve hayvanlar alemi de öyle. Dağların ve denizlerin oluşturdukları o harmoni hayretimizi mucip olmuyor mu? Kanyonları görünce vay beee demiyor muyuz? Denizlerdeki çeşitliliğe ne demeli…
Ben derim ki; evet ibadethaneler de o yöredeki insanların estetik anlayışını en güzel şekilde üzerinde taşımalı.

Kalkandelen’de bugüne kadar ulaşan daha çok tarihî eser varmış. Bektaşî tarikatına bağlı olan Harâbâtî Baba Tekkesi gibi. Tekke; yazlık köşkü, çeşmesi, havuzlu çardağı, semahanesi, türbesi, mutfağı ve depolarıyla görmeye değer bir esermiş. Biz o tekkeyi göremedik.

Hemen unutmadan yazayım, Recai’nin dünürü Kalkandelenli imiş. Otobüste ilan etti…Bir seneye kadar düğünlerini de yapacaklarmış…Allah tamamına erdirsin.

Devam edecek

Wollen Sie Ihr Schule/Universität zum Top-Schule/Universität in Berlin machen?

Klicken Sie hier, um Ihren Gesponserten Eintrag zu erhalten.

Lage

Telefon

Adresse


ReuterStr. 58 Neukölln
Berlin
12047

Öffnungszeiten

Montag 10:00 - 19:00
Dienstag 10:00 - 17:00
Mittwoch 09:00 - 19:00
Donnerstag 10:00 - 17:00
Freitag 09:00 - 17:00
Samstag 10:00 - 17:00
Sonntag 10:00 - 16:00